23 Ocak 2019 Çarşamba

Hüsrev GEREDE

Hüsrev Gerede siyasetçi ve diplomatlık görevlerinde bulunmuş önemli bir devlet adamıdır. 12 Mart 1886 yılında  Edirne’de doğdu . Çocukluğu babası Mehmed Ali Paşa’nın görev yaptığı yerlerde geçti. 1894-1900 yılları arasında Erzurum’da yaşadı. Babası burada vefat edince  okul yaşamı İstanbul’da devam etti. 1905’te Harp Okulu’nu, 1908’de Harp Akademisi’ni, Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle bitirdi . Adana-Ermeni olaylarının bastırılmasında görev aldı  . I. Dünya Savaşı'nda Kâzım (Karabekir) Paşa’nın kolordusunda kurmay yüzbaşılık görevlerini yaptı.

Hüsrev Gerede 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında Erzurum’da Kazım Karabekir’in Kurmay Başkanıydı. Bu görevdeyken at eğitimi sırasında düşüp kalça kemiğini çatlattı . Bu yüzden İstanbul’a gitmek zorunda kaldı.  İstanbul’a geldiğinde gördüğü manzara karşısında çok etkilendi. Her yer işgal altındaydı. Hatta bu yüzden askeri elbise yerine sivil elbiseyle dolaşıyordu. Düşman askerinin düzen, tertip ve fiziki üstünlüğünü görüp üzüntü duydu. Osmanlı vatandaşı olan Rumların  işgalci Yunan askerlerine gösterdiği ilgiye bizzat şahit oldu . Beyoğlu dükkânlarının %80’i Yunan, %20’si ise diğer işgal kuvvetlerinin bayrağıyla süslüydü. Hüsrev Bey en çok da Fransız asker ve komutanlarının kabalağından şikâyet etti . O sıralarda Genel Kurmay Başkanı olan Cevat Paşa tarafından kendisinden işgal ordularının Rusya Bolşeviklerine yaptıkları askeri harekât hakkında gazetelere sansür uygulanması görevini yürütecek bir komisyonda yer almasını istedi . Hüsrev Bey bu göreve istemeden razı oldu. Bir süre sonra komisyon üyesi arkadaşlarından Yüzbaşı Aziz Hüdai’nin tutuklanmasına, Türk subaylarını ancak Türk Divan-i Harbi’nin yargılayabileceği gerekçesiyle istifa etti.
Hüsrev Bey işgal yıllarında hükümete olan tepkisini şöyle dile getirmiştir: “Politik duygusu, kişisel çıkar hesapları ve ihtirasla körleşmiş onursuz, duygusuz hükümet adamlarından ve Vahdettin’den yurt ve ulusa hayır gelmez” . Hüsrev Bey bu arada Rauf(Orbay) Bey’in ve İzmir tüccarlarından Nazmi(Topçuoğlu) Bey’in çıkarttığı “Memleket” adlı gazetede milli uyanışa destek olmak için yazılar yazmıştır .
Mustafa Kemal Paşa ile İlk Karşılaşması ve Samsun’a Çıkış
Mustafa Kemal Paşa ile Yüzbaşı Hüsrev Bey’in ilk karşılaştığı yer Balkan Sa-vaşları’ndan önce yapılan Trakya tatbikatıdır . Ancak henüz tanışma olayı gerçekleş-memişti. Mustafa Kemal etrafındaki askerlere Fransa’da gördüğü Picarde tatbikatını anlatıyordu. Hüsrev Bey Mustafa Kemal’i ilk orada gördü ve onu kendini beğenmiş, kabına sığmayan, propagandacı biri sandığını söyledi. . 
Hüsrev Bey ve Mustafa Kemal Paşa’nın asıl karşılaşmasını Hüsrev Bey şöyle anlatır: “Birinci Dünya Harbi sonunda, yani Mütareke esnasında Kafkas Cephesi’nde Kâzım Karabekir’in Erkân-ı Harbiye Reisi iken, tedavi için mezunen İstanbul’a gelmiştim. Bir gün, Mustafa Kemal Paşa’nın beni görmek istediğini söylediler. Üçüncü Ordu  Müfettişliği  ile  Şarka  gideceğini  duymuştum. Fakat  o  ana  kadar  kendisini tanımıyordum. Mütareke günlerinin İstanbul’unda sivil gezmekten başka çare yoktu. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet ederken üniformamı giydim. Şişli’deki şimdi Atatürk Müzesi olan evine gittim. O da beni ilk defa görüyordu. Buna rağmen munis bakışları karşısında hiç yabancılık hissetmedim, emirlerini sordum. Müfettişliğe tayin edilmiş olduğunu söyleyerek, “Sizi erkân-ı harbiyeme almak isterim” dedi. Derhal muvafakat ederek, düşman işgali altındaki İstanbul’da ancak kendilerini ziyaret için üniformamı giyeceğimi söyledim.‘Şimdi ne işle meşgulsün?’ diye sordu. Cevap verdim: Milli sahada vatandaşlarımızı ikaz etmek üzere arkadaşlarımla çalışıyorum. Aynı zamanda “Memleket” gazetesine nâm-ı müstearla yine vatani ve milli mevzularda yazılar yazıyorum. Dedi ki: “Düşman Süngüsü altında milli birlik olmaz. Ancak hür vatan topraklarında hamiyetli, fedakâr arkadaşlar el ele vererek memleketin İstiklâli ve milletin hürriyeti için çalışabilirler. Ben de zaten onun için gidiyorum”. O anda İstanbul’a çöken kâbustan sıyrılmış gibi, ruhumun bir ümit ışığı ile birdenbire aydınlanmış olduğunu hissettim. Yarından itibaren emrinizdeyim Paşam!... dedim ve tarif edilemez bir heyecanla evime giderek çantamı hazırlamaya başladım.” Böylece Hüsrev Bey, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Samsun’a giden on sekiz kişilik kafilenin içerisinde yer aldı. 
Mustafa Kemal Paşa Samsun ’a hareket edecek kafilenin arasında Hüsrev Bey’i neden görmek istemişti? Hüsrev Bey bu olayı şöyle açıklar: “Erzurum’da daha önceleri babam ve I.Dünya Savaşı’nda da ben bulunmuştum. Babam bölgede iyi bir ad bıraktı, ben de savaşlara katıldım, ayrıca cana yakın olmam sebebiyle bu göreve seçilmiş olmam gerek.”  
Milli Mücadele Dönemi
Mustafa Kemal ve kafilesi 19 Mayıs’ta Samsun’a vardı. . Bu arada Kazım Paşa(Karabekir) ve Ali Fuat Paşa(Cebesoy) ile irtibata geçildi .  Bu süreçte Hüsrev Bey’e istihbarat ve propaganda görevi verildi . Bir süre sonra Samsun’daki İngiliz askerleri ve Rum çetelerinin varlığı dolayısıyla kafile 25 Mayıs’ta Havza’ya geçti . Havza’da asayiş olayları baş gösterince 13 Haziran günü Amasya’ya hareket edildi. 21-22 Haziran’da Amasya Genelgesi duyuruldu. Hüsrev Gerede bu tür genelge, bildiri, telgraf çekme, mektup yazma gibi görevlerde aktif rol aldı. Hüsrev Gerede sürekli yol-culukla geçen bu dönemi anlatırken sık sık arabaların bozulduğundan ve bazen yürümek zorunda kalmalarından bahseder . Ayrıca arkadaşlarıyla beraber arta kalan zamanlarda briç gibi oyunlar oynayarak ya da tarihi ve turistik yerleri gezerek geçirdiğini anlatır . Anadolu insanını bu süreçte yakından gözlemleyen Hüsrev Bey, rastladıkları insanların onlara sürekli kaybettiği ya da savaştan dönmeyen eşini, çocuğunu veya babasını sorduğunu ibretle anlatır .
29 Haziran’da Erzurum’a hareket eden kafile 2 temmuz’da Erzurum’a vardı. 8 Temmuz’da Mustafa Kemal görevden alındı. Hüsrev Bey gerekirse üniformasını ata-cağını ve bu kutsal amaç uğrunda sonuna dek Mustafa Kemal Paşa’nın yanında çalışacağını kendisine iletti . 
Hüsrev Gerede Erzurum’da babasının mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmedi. 23 Temmuz’da Erzurum Kongresi düzenlendi. Hüsrev Bey Erzurum’daki bu kongreyi ve yaşanan halk çoşkusunu Albayrak gazetesinde yazarak dile getirdi. Erzurum Kon-gresi’nde seçilen Heyet-i Temsiliye ve ardından gerçekleşen 4 Eylül Sivas Kongresi ile birlikte Heyet-i Temsiliye Başkatipliği görevini yaptı .
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nda Hüsrev Bey’i cepheye göndermemiştir. Onun görevi savaşta olup bitenleri rapor halinde TBMM’ye sunmak olmuştur .
Trabzon Mebusluğu ve Londra Konferansı
Hüsrev Bey Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Trabzon Milletvekili olarak Misak-i Milli görüşmelerinde bulunmuştur . Mebusan Meclisi kapatılınca Trabzon Milletvekilliği görevini TBMM’de sürdürmüştür. Hüsrev Bey I.Dönem Trabzon Mil-letvekilliği yaptığı sırada Londra Konferansı TBMM Delegasyonu üyeliği yaparak Londra Konferansı’na iştirak etmiştir . Trabzon mebusluğu yaptığı zamanlarda meclise sunduğu teklifleri incelediğimizde İstanbul’da bulunan yardıma muhtaç dava arka-daşlarına yardım edilmesi,  mebuslardan memur olanların memurluk görevinden istifa etmesi gerektiğine dair olan kanundan askerlerin muaf sayılması  ve Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık süresinin üç ay uzatılması gibi tekliflerin yer aldığını görüyo-ruz.  Ayrıca düğünlerde israfın yasaklanması, şehit ailelerinin vergi borçlarının affe-dilmesi gibi teklifler de sunulmuştur .
Düzce-Bolu Ayaklanmaları ve Esir Düşmesi
TBMM’nin kurulmasını engellemek amacıyla gerçekleşen Düzce-Bolu ayak-lanması sırasında 20 Nisan 1920 yılında isyancılar Gerede’yi ele geçirdi. Durumun gi-derek kötüleşmesi üzerine Heyet-i Nasiha adlı bir grup oluşturuldu. Bu gruba isyanı nasihatle veya gerektiğinde silahla bastırmak, Ankara’nın lehinde propaganda yapmak gibi görevler verildi.  Grup 21 Nisan 1920 Çarşamba günü sabahı Ankara'dan hareket etti. Gerede’ye bir kilometre kadar yaklaşırken birdenbire bir yaylım ateşi ile karşılaşıldı. Hüsrev Bey ile arkadaşları, daha sonra esir edilerek, Gerede'ye götürüldüler. Hüsrev Bey sırtından yara almıştı. Bunlara rağmen Hüsrev Bey hapishanenin dar penceresinden oradakilere vatanın kurtarılmasına engel olduklarını söyleyerek bu ayaklanmadan vaz-geçirmeye çalışmıştı.  Halk padişah, halife ve İngilizlere karşı gelen Kuvâ-yi Milliye'nin perişan olması için dua ediyordu.  Hüsrev Bey ve arkadaşları bu duruma tepki gösterdiği için birçok kez linç girişimine maruz kalsa da Kör Ali denen bir zat buna engel olmuştur.  
İsyan liderleri rehinelerin kendi kasabalarına yollanması talimatını verdiler.  Düzce’ye getirilen Heyet-i Nasiha üyeleri hapse atıldı. Dâhiliye Nazırı Ali Kemal tutuklu bulunan üyelerin Beyazıd Meydanı’nda asılmaları için İstanbul’a gönderilmelerini istedi. Ancak Düzce ayaklanmasının lider rolündeki adamı Sefer Bey Düzce’de olmadığı için bu işlem gerçekleşemedi.  Sefer Bey daha sonra fikir değiştirerek Ankara’nın safında yer almaya karar verdi. Bu kararı Hüsrev Bey ve arkadaşlarına söyleyerek Ankara’yla anlaşmak için onlardan arabuluculuk görevi üstlenmelerini istedi.  Hüsrev Bey, Ankara'ya durumu bildiren bir telgraf gönderdi.  Daha sonra Ankara’ya dönerek Ankara Komutanlığı görevine atandı. Mustafa Kemal Paşa, Hüsrev Bey'in Heyet-i Nasîha üyesi olarak gerçekleştirdiği bu tarihî görevi unutmayarak, ona "Gerede" soyadını vermiştir.  Bolu’daki bu isyanlar için Hüsrev Gerede; “Bunlar başı ezilecek yılanlardır. Yine hortlarlar.” demiştir . Bolu İsyanı ilgili bir rapor hazırlayan Gerede bu raporu 1940 yılında Genelkurmay’a vermiştir . 

Budapeşte, Sofya ve İran Büyükelçiliği
1924 ve 1926 arasında Budapeşte görevini yürüten  Hüsrev Gerede Türkiye’nin ilk Budapeşte Elçisi olmuştur. Bu görevinden sonra 1930 yılına kadar Sofya Büyükelçi-liği ve 1930 ve 1934 arasında da İran Büyükelçiliği yapmıştır.  Elçiliği sırasında hiç şüphesiz en önemli olay Rıza Şah’ın Türkiye ziyaretidir. Hüsrev Gerede Atatürk ve Rıza Şah arasında arabuluculuk görevi yapmış ve yazdığı raporlarla her iki tarafa da bilgiler vermiştir. 
İran Şahı 10 Haziran 1934’te Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmak üzere yola çıktı. Hüsrev Gerede, Rıza Şah’ın Türkiye ziyareti sırasında yanında bulunmuştu ama Şah 6 Temmuz günü Türkiye’den ayrıldığında kendisine yeni İran Büyükelçisi Enis Akaygen Bey eşlik etti. 
Hüsrev Gerede  28 Haziran 1934 yılında istifa etmişti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras kendisini çağırıp Mustafa Kemal Atatürk’ün istifasını istediğini bildirdi. Hüsrev Gerede ise Başbakan İsmet İnönü ile konuşmadan bunu yapamayacağını belirtti. Gerede aynı gün İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk’le görüşmesine rağmen bekle-diği sonucu alamadı ve istifa etti . İstifa sebebini ise daha sonra Rıza Han’ın kendisin-den işitecekti. Rıza Han, Gerede hakkında düşüncelerini belirtirken şunları söylemişti: “Tahran’daki büyükelçiniz şu sıradaki kordiplomatiğin duayenidir. Hüsrev Bey çok saygın bir insan. Ancak bazı müdahaleleri bizi rahatsız ediyor. Özellikle batılılar lehine ve İran aleyhine bazı tutumları var. Bize kılıcını çekti”  . 
Hüsrev Gerede bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Nitekim batı yanlısı olduğu söylenen Hüsrev Bey anılarında bir batı toplumu olan İngilizler hakkında 28 Temmuz 1919’da şunu söylemiştir. “… Çünkü İngiliz politikası insancıl yanı olmayan, kendi ekonomik çıkarları için dünyayı ateşe vermekte sakınca görmeyen bir temele da-yanmaktadır. Yeter ki İngiliz kanı akmasın Hintliler, Çinliler, siyahlar, beyazlar ölmüş onlar için önemli değil. İngilizler kendi çıkarları uğruna başka ulusları yok olmaya it-mekten, onları arkadan vurmaktan çekinmeyen alçakça bir politikanın uygulayıcısıdır-lar...” .  Bu sözleri sarf eden bir diplomat için batı yanlısı demek yanıltıcı olacaktır. Hüsrev Gerede’nin İran’a batı yanlısı gözükmesi belki de batıyı örnek alan bir ülkeyi temsil eden bir ülkenin elçisi olması ve modernizasyon anlamında İran’ın batıyı ve do-layısıyla Türkiye’yi örnek alması gerektiğine olan inanç ve tutumlarıdır. Ayrıca İran ile olan sınır problemlerimizde şahin olarak bilinen Gerede’nin bir dış politika hamlesi olarak İran’a yollandığı bilinmelidir. Nitekim sınır problemleri halledildikten sonra görevinden alınmıştır. Gerede İran’dan geldikten sonra 5. Dönem Sivas Milletvekili seçilse de 6 Ocak 1936 tarihinde Tokyo Büyükelçisi olması nedeniyle istifa etti. Gerede bu görevi 19 Haziran 1939 tarihine kadar sürdü . Tokyo Büyükelçiliği sırasında Ertuğrul Şehitleri Anıtı’nı onartmıştır.
Almanya Büyükelçiliği
Hüsrev Gerede bu görevi  1939-1942 yılları arasında yapmıştır.  Almanya’da genel kanı Hüsrev Gerede’nin Almanya faşizminin açık destekçisi olduğudur.  Hüsrev Gerede Alman ve Türk ordularının benzerliğini vurgulayarak Almanya’ya yakın oldu-ğumuzu ima etmiştir. Bunları vurgularken Nazizm hakkında da şunları söyler. “Nazizm Almanya’ya kaba, fakat gerçek ve millî bir hayatiyet aşılamıştır. “ . Gerede, Almanya’yı över ama Nazi hareketini çok benimsemediği de bellidir. Türkiye’nin II. Dünya Sava-şı’na girmeme başarısında kendi çalışmalarının katkısı olduğunu düşünür. Hatta Hitler, Gerede için, ‘Bu adam ciddî bir asker, ben bununla anlaşırım’ bile demiştir.  Hüsrev Gerede’ye Almanya elçiliği görevi bittikten sonra 1946 yılının Ekim ayına kadar görev verilmemiştir. Kendisi bu duruma çok içerleyerek, “Allah sebep olanlardan sorsun” demiştir . Hüsrev Gerede 1947-1949 yılları arasında Rio De Janerio Büyükelçiliği yaptıktan sonra ülkesine dönmüş ve emekli olmuştur 
Emekliliği ve Eserleri
Hüsrev Gerede Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana birçok dergi ve gazetede yazılar yazmıştır. Atatürk’ün ölümü üzerine Refik Saydam’la olan yazışmalarını, Ulus Gazete-si’ndeki yazılarını ve Bolu İsyanı sırasında yaşadıklarını bir rapor haline getirmiş ve Genelkurmay’a vermiştir. 1949 yılında emekli olduğunda anılarını yazmaya başlamıştır. Hayattayken sadece bir anı kitabı yayınlanmıştır. Diğer anıların yayınlanmama sebebi ise Ankara’da yedek subaylığını yaparken bir bomba eğitimi sırasında ölen büyük oğlu Faruk yüzündendir. Oğlunun ölümü, Hüsrev Gerede’yi derinden sarsmış, kaleme aldığı anılarına gösterdiği özenin azalmasına, yazdıklarını yeniden gözden geçirememesine neden olmuştur. ‘Atatürk’ ve ‘Kurtuluş Savaşı’ üzerine yazdığı anılar, dosyalar içeri-sinde, karışık notlar halinde kalmış, düzenlenip yayımlanmak için başka kişilerin yar-dımına ihtiyaç duyulmuştur.”  
Hüsrev Gerede Milli Mücadele ve Cumhuriyet tarihinin çok önemli bir şahsiye-dir. Mustafa Kemal onun için; “Benim için ilk inkılap ve müşkülat arkadaşım.” demiş-tir.”   Bunun yanında yeri geldiğinde düşündüklerini açıkça söyleyebilen, hoşuna git-mediği bir durum olduğunda bile Mustafa Kemal’e bağlılığını ve sevgisini azaltmayan biridir. Ayrıca ailesini bağlı ama onları ihmal edecek kadar da görevine düşkün bir devlet adamıydı. Zaten oğlu Selçuk Gerede’nin anlatımına göre de çocuklarıyla fazla görü-şemez ve çok konuşmazdı . Hüsrev Gerede ayrıca bir Türk Milliyetçisidir. Nitekim İs-tanbul’dan ayrılıp Samsun’a hareket ettiğinde “Ya Rabbi sen bu millete zeval verme, Türklüğü yükselt!” diye dua etmesi onun ne kadar vatansever ve milliyetçi biri olduğunu gösterir.  Hüsrev Gerede geride bıraktığı anılarla tarihin bir dönemine ışık tutmuş ve 20 Mart 1962’de hayatını kaybetmiştir. İstanbul Teşvikiye'de 16 Mayıs 2011 tarihinde kendisi adına dikilen bir anıt bulunmaktadır .
KAYNAKÇA

Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Anıları.

Aşir Kayhan KIYCI, M.Kemal Paşa Önderliğinde Milli Mücadele Kadrosu. Y.L.Tezi

Berlin Büyükelçiliği, http://berlin.be.mfa.gov.tr/MissionChiefHistory.aspx

Bilal Şimşir, Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, 1996

Brezilya Büyükelçiği, http://brezilya.be.mfa.gov.tr/MissionChiefHistory.aspx

Budapeşte Büyükelçiliği, http://budapeste.be.mfa.gov.tr/MissionChiefHistory.aspx

Cumhuriyet, 12.06.1934 s.6 ve Ayın Tarihi S.7, Haziran 1934

Enis TULÇA, Atatürk, Venizelos ve Bir Diplomat Enis Bey, İstanbul 2003, Simurg Yayıncılık,

Ernest E.Ramsaur, Jön Türkler- 1908 İhtilalının Doğuşu, (çev. Muhsin Önal), İstanbul, 2004,

Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar”,  Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987

Günay ÇAĞLAR, Hüsrev Bey Heyet-i Nasihası, makale

Hüsrev Gerede, Harb İçinde Almanya, (1939-1942) T.C. Berlin Büyükelçisi, Yayına Hazırlayanlar: Hulûsi Turgut- Sırrı Yüksel Cebeci ABC “Anılar Dizisi” No: 1 Birinci Baskı: Şubat 1994

Hüsrev GEREDE, Siyasi Hatıralarım – I İran Ağustos 1930-Haziran 1934

Johannes Glasneck, Alman Faşizminin Türkiye’deki Propaganda Faaliyetleri, Wissenschaftliche Beiträge Dizini, Martin-Luther Üniversitesi, Halle,1966 Çeviri: Murat ÇAKIR

L.Hilal AKGÜL, Rıza Han’ın Türkiye Ziyareti

Sami ÖNAL, Hüsrev Gerede’nin Anıları Kurtuluş Savaşı, Atatürk Ve Devrimler , Literatür Yayınları 2002

Sofya Büyükelçiliği, http://sofya.be.mfa.gov.tr/MissionChiefHistory.aspx

Tahran Büyükelçiliği, http://tahran.be.mfa.gov.tr/MissionChiefHistory.aspx 27.02.2017

TBMM Arşivleri, I.Meclis Tutanakları, https://www.tbmm.gov.tr



TBMM Albümü, http://web.archive.org/web/20150411082724/http://www.tbmm.gov.tr:80/TBMM_Album/Cilt1/index.html

Kurtuluş Savaşı sırasında iç isyanların bastırılmasında önemli roller oynamış, savaştan sonra büyükelçi ve milletvekilliği görevlerinde bulunmuştur. İstanbul işgali edilince Trabzon milletvekilliği görevini TBMM’de devam ettirmiş daha sonra Urfa (1923-1927)  ve Sivas (1935-1939)  milletvekili olarak TBMM'de bulunmuştur. 1927-1949 yılları arasında Budapeşte, Sofya, Tahran, Tokyo, Berlin ve Rio de Janei-ro Büyükelçilikleri görevleri yapmıştır. Gümüş Liyakat, İmtiyaz Madalyaları ve Kırmızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir.  Evli ve iki çocuk babası olan Hüsrev Gerede 20 Mart 1962’de  İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.



8 Ocak 2019 Salı

III.SELİM DÖNEMİ LAYİHALARINA BİR BAKIŞ


Layiha, bir durum hakkında teşhis koyarak yazılan görüş ve önerilerdir. Layiha Osmanlı’dan önceye uzanan bir geleneği de ifade etmektedir. İslam ve Fars geleneğinde buna benzer yazılara rastlamak mümkündür. Selçuklu döneminde Nizamülmülk tarafından yazılan “Siyasetname” bu açıdan bakıldığında iyi bir örnektir. III. Selim tarafından uygulanan Nizam-i Cedid esasları lahiyalar neticesinde uygulanmışlardır. O yüzden bu layihalara “Nizam-i Cedid Layihaları” da demek mümkündür.
Osmanlı Devleti 1793 yılından itibaren Avrupa’nın önemli başkentlerine daimi elçi göndermeye başlamıştı. Bunlardan Viyana’ya elçi olarak gönderilen Ebubekir Ratıb Efendi'nin yazdığı sefaretname III. Selim dönemi layihalarının öncüsü olarak kabul edilebilir.
III. Selim’e sunulan layihaları incelediğimizde önerilerin daha çok askeri ve mali alanda verildiğini görürüz. Hatta layihaların tek tek incelenip nüshalarının alınması ve bunlardan askeri konuları ilgilendiren kısımların III. Selimin emri ile ayrı birer risale haline getirilmesi askeri yenileşmeye verilen önemi gözler önüne sermektedir. Askeri yenileşme için mali kaynak gerekeceğinden üzerinde en çok durulan diğer konu da mali işlerle ilgiliydi. Mali ve askeri sorunlar düzelirse devlet eski gücüne kavuşacaktı. Ancak eksiklikleri tespit etme noktasında bu eksik anlayış devletin yavaş yavaş çökmesine yol açacaktı.
Layihalardaki diğer bir özellik dini nitelikler taşımasıydı. Nitekim İslâm dini Osmanlı Devleti için kutsaldı. Eğer bir yerde noksanlık varsa bunun nedenlerini dini kurallara bağlamak normal kabul edilebilirdi. Hatta İsveç elçisi D’Ohsson bu konuda ayrı bir layiha hazırlamıştı. D’Ohsson’un görevi Nizam-i Cedid ’in İslâm dinine uygun olup olmadığını incelemekti. Nitekim D’ohsson bu konuda net bir tavır takınarak devletlerin güçlü kalabilmesi için yenilikler yapmanın dinen hiçbir sakınca oluşturmadığını belirtmişti.[3] Layihalardaki dini temalara örnek olarak Nakşibendi akımların etkisini de gösterebiliriz.[4]
III. Selim dönemi layihalarını incelediğimizde her layihanın kendine has özellikleri olduğunu görürüz. Layiha müellifleri genelde benzeri sorunlardan bahsetse de bazıları uzmanlık alanları gereği belirli konulara daha çok yönelmişlerdir. Örneğin Mehmed Şerif Efendi ve Tatarcık Abdullah Efendi mali konulara daha çok ağırlık vermiştir. Ayrıca aynı konuda zıt görüşlere rastlamak da mümkündür. Örneğin vergilerin ayanlar tarafından adilane bir şekilde toplanmasını isteyen Mehmed Şerif Efendi ve El-Hac İbrahim Efendi diğerlerinden bu konuda ayrılır. Zira Mehmed Hakkı Bey ve Sadrazam Koca Yusuf Paşa ülkedeki asayiş sorunlarının ayanlardan kaynaklandığını savunmuştu. 
Layiha müelliflerinin özellikle bazı konular üzerinde daha çok ısrarcı oldukları görülür. Örneğin madenler konusunda en yoğun öneri sunan kişi Mehmed Şerif Efendi’dir. Bazı yazarlar uzun ve detaylı layihalar hazırlamışken bazıları da yazılarını kısa tutmuştu. Örneğin Tatarcık Abdullah Molla Efendi’nin layihası içerik olarak en uzun ve en ayrıntılı layihadır.[5] Bazen de hiç kimsenin bahsetmediği bir konuyu sadece bir kişi el alır. Örneğin vakıflarla ilgili eksiklikleri tespit eden tek kişi Mehmed Şerif Efendi’dir.
III. Selim Dönemi Layiha Yazarları ve Görüşleri
III. Selim’e toplam 22 önemli devlet adamı layiha vermiştir. Bazı kaynaklarda bu sayı 23’tür.[6] Bunlardan yirmisi Türk, ikisi ise Osmanlı bünyesinde hizmet veren yabancılardır.[7] Bu yabancılar Osmanlı ordusunda hizmet gören Brentano adlı bir Fransız subay ve İstanbul’daki İsveç elçiliğinin Ermeni tercümanı D’Ohsson ’dur. III. Selim’e layiha yazan Müslümanlar ise şunlardır: Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Tatarcık Abdullah Efendi, Veli Efendizâde Emin Efendi, Salihzâde Efendi, Aşir Efendi, Hayrullah Efendi, Defterdar Şerif Efendi, Çavuşbaşı Raşid Efendi, Abdullah Birri Efendi, Hakkı Bey, Tersane Emini Osman Efendi, Kethüda-yı Sadr-ı âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi, Muhasebe-i Evvel Elhâc İbrahim Efendi, Rasih Mustafa Efendi, Vakanüvis Enveri Efendi, Laleli Mustafa Efendi, Ali Raik Efendi, Mabeyinci Mustafa İffet Bey, Beylikçi Sun'i Efendi ve Tezkire-i Evvel Firdevsi Efendi.[8]
III. Selim döneminde layiha yazanların başında Sadrazam Koca Yusuf Paşa gelmekteydi. Diğerleri ise defterdar, beylikçi, çavuşbaşı, kethüda, reisülküttab gibi devlet görevinde olanlardı. Ayrıca tarihçi Sadullah Enverî ve ulema sınıfından Tatarcık Abdullah Efendi de layiha yazanlardandı.
Layiha yazarlarından Mehmet Şerif Efendi layiha yazdığı dönemde defterdarlık görevinde bulunuyordu.[9] Mehmet Şerif Efendi’ye göre Osmanlı ordusu Silistre’de iken Rusya ile savaşmak istememiş ve bunun üzerine III. Selim bazı devlet adamlarına layiha yazma emri vermişti. Kendisi de onlardan biriydi. O dönem layiha yazmak kolay bir iş değildi. Nitekim yanlış bir beyanat Padişahın hoşuna gitmeyebilirdi. İşin sonunda makamdan indirilme ya da diğer cezalara çarptırılma olasılığı vardı. Ancak layiha yazanlara serbestlik tanınacağı ve kusurların göz ardı edileceği söylenmişti. Hatta bu layihalar yüzünden ileride başları belaya girerse Padişah tarafından kaçmalarına fırsat tanınacağı bile söylenmişti.[10] Bu emir sayesinde dönemin koşullarının daha gerçekçi yansıtıldığı açıktır. Buna göre devlet, layihalarda uygun gördüğü yerleri uygulayacak, uygun görmediklerini ise bir kenara ayıracaktı.[11]
Müelliflerden Mehmed Şerif Efendi’nin layihasının ana fikri ordunun güçlü olmasına dayanır. Zira bir devlet savaşlarda ne kadar galip gelirse o kadar çok güçlenir. Merkezileşmeye önem veren Mehmed Şerif Efendi’nin, Kırım alınana kadar hazine disiplininden taviz verilebileceğini söylemesi ise Kırım’ın Osmanlı için ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Ancak Kırım’ın alınması için donanmanın güçlü olması gerekiyordu. İşte bu yüzden donanma ıslah edilmeliydi. Mehmed Şerif Efendi’ye göre çok miktarda kalyon alınmalı ve donanma inşası başlamalıydı. Aynı şekilde İsveç elçiliği Ermeni tercümanı D'Ohsson da layihasında askeri bir teknik okul açılmasını önermişti. Zira daha sonra açılacak olan Mühendishane-i Berri-i Hümayun’da D'Ohsson’ın etkisi vardır.[12] D’Ohsson ayrıca bilim ve teknolojiye önem verilmesi gerektiğini, Avrupa’dan uzman askeri yetkililerin getirilmesi gerektiğini de yazmıştı. Fransız subay Brentano da sınır istihkamı ile ilgili teknik bilgiler vermişti.[13]Sadrazam Koca Yusuf Paşa ise acil bir baruthanenin yapılmasını istiyordu.[14]
Mehmed Şerif Efendi’ye göre sefer zamanı beylerbeyine, vezirlere ve diğer askerlere harcanan parada israf yapılmamalıydı. Böylece asker, sefere moralli gidecek ve canla başla savaşacaktı. Mehmed Şerif Efendi tımarlı sipahi ve serhad ordularının maaşlarının da düzenlenmesi gerektiğini aktarmıştır. Ona göre topçu sınıfa da bir düzene girmeliydi. Arabacı, lağımcı ve humbaracılar lağvedilip topçu ocağına katılmalıydı. Mehmed Şerif Efendi bu vesileyle topçuların savaştaki rolünü ön plana çıkarmıştı. Tüm bu askeri öneriler sonucu Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması gerekiyordu ancak o dönem bu güç olduğu için Yeniçerilerin yeni askeri talime göre eğitilmesine karar verilmişti. Ayrıca yeniçeri sayısı yarıya indirilmiştir. Her yere yeni kışlalar yapılmış, askeri sınıflara yeni düzen getirilmişti. Hatta Yeni bir askeri ocak kurulması ve ismine Nizam-i Cedid denmesi düşünülmüştü. Ancak bu durum tehlikeli bulunarak Nizam-ı Cedid’in Bostancı Ocağı'na bağlı Bostancı Tüfenkçisi adıyla kurulmasına karar verilmişti.
Mali uzman olan Mehmed Şerif Efendi’nin bazı konularda verdiği öneriler karşılık bulmuştu. Örneğin ona göre hazine çoğalmalı ve sınıflandırmalıydı. Nitekim o güne kadar sadece bir tane olan Hazine-i Amire ’ye daha sonra İradi Cedid, Tersane ve Zahire Hazineleri eklenmişti. Gelir ve giderler ise peşin olarak hesaplanmalı ve birer nüshası hazinede olmalıydı.[15]
Mehmed Şerif Efendi’nin özellikle zahire konusuna çok değinmesi İstanbul’un iaşesindeki büyük problemi gözler önüne serer. Mehmed Şerif Efendi’ye göre bu problemi ortadan kaldırmak için İstanbul’a yakın olan Eflak ve Boğdan gibi yerlerden ucuza iaşe ürünlerinin alınması ve uzun süre belirli yerlerde depolanması gerekir. Bütün bunları yapmak için de hazinenin dolu olması gerekliydi. Hazinenin dolu olması içinse iyi bir vergi politikası şarttı.
Mehmed Şerif Efendi’ye göre vergiler bölgelerin imkânlarına göre alınmalıdır.[16] Savaş için halktan vergi alınmamalıdır.[17] O halde adil bir malikâne sistemi olmalıdır. Zira kötü niyetli malikâne sahipleri reayaya maddi yönden baskı kurabilirdi. Diğer bir layiha yazarı olan Tatarcık Abdullah Molla Efendi de mali sistemin bozulmasının en büyük nedenin malikâne sistemi olduğunu belirtilmişti.[18] Ona göre de mukataalar yeniden fiyatlanmalı ve değerinde satılmalıydı. Ancak bu öneriler hayata geçememiş ve mukataalar dolaylı yoldan halka zarar vermeye devam etmişti.
Tatarcık Abdullah Molla yaptığı diğer bir öneride ise eshamın tasfiye edilmesi gerektiğini belirmişti.[19] Esham, Osmanlı Devleti zamanında görülen bir iç borçlanma çeşidi olup pay ve gelir ortaklığını anlamına gelmekteydi. Devlet, para ihtiyacını karşılamak için, bu eshamları para karşılığında satmaya başlamıştı. Ancak devletin esham sahiplerine ödediği faizler gelirden fazla olunca bu da mali zarar olarak hazineye yansıyordu.
Diğer bir mesele ise tımar sistemiydi. Dünyada değişen ekonomik sistemler nedeniyle tımar sistemi çok eskimişti. Tımarlardan istenen verim alınamıyordu. Bunun üzerime tımar sistemini oluşturan tüm dirliklerin merkezi hazineye, tımarlı sipahilerin de merkez orduya bağlanması düşünülmüştü. Mehmed Şerif Efendi de bizzat bu öneriyi verenlerdendi.[20]
Mehmed Şerif Efendi devlet gelirlerini artırmanın başka bir yolunun gelir getirmeyen yerlerin gelir getiren yerlerle birleştirilmesi olduğunu savunmuştu. Böylece mutasarrıflardan az ama öz fayda sağlanacaktı. Mehmed Şerif Efendi’nin bir başka ilginç önerisi de sefer bütçesi ve hazinede bulunan para ile ilgiliydi. Ona göre savaş çıkmadan zahire hazırlıkları tamamlanmalıydı. Reayadan ise fazla vergi alınmamalıydı. Çünkü reayadan alınan vergi, sefer bütçesinden en az beş kat daha fazlaydı. Böyle olunca reayanın parası hazinede durmakta, bu durum da ekonomiye katkı sağlamamaktaydı. Oysa para  reayada olursa o para dolaşıma girecek ve iktisada canlılık getirecekti.
Mehmed Şerif Efendi, vakıf gelir ve giderlerinin düzensiz oluşundan, görevliler ve müfettişlerle ilgili yeni düzenlemeler yapılması gerektiğinden de bahseder. Madenler konusunda ise madenlerin halka zarar vermeden çıkarılması ve işlenmesinden yanaydı. İsraf ve tasarruf konularında önerilerde bulunan Mehmed Şerif Efendi devletin gelir ve giderlerinin sıkı bir şekilde kayıt altına alınması gerektiğini ve yapılacak olan tasarrufların da her ay deftere yazılıp Padişaha açıklanması gerektiğini belirtmişti. Böylece devlet, gelir ve giderlerin ne olduğunu bilecek, yapılan tasarrufların da etkisini görmüş olacaktı.
Tatarcık Abdullah Mola Efendi cizye konusunda büyük yolsuzluklar olduğunu belirtmişti.[21] Zira Taşradaki malikâne sahipleri, voyvodalar, mültezimler yani o yörenin güçlü ve zengin kişileri cizye tahsilatını düşük gösterip geri kalan miktarı kendilerine ayırıyordu.[22] Yani devleti zarara uğratıyorlardı. O halde cizye toplanması işini devlet bu gibi kişilerin elinden almalıydı. Devlet Gayrimüslim sayısını tespit edilmeli ve cizyeyi kendi toplamalıydı. Kayıtlar da iyi tutmalıydı. Bu arada Abdullah Mola Efendi sarraf-mültezim ilişkisinden doğan mali kayıpların halka yansıdığını da tespit etmişti.[23]
Osmanlı Devleti mali olarak zor duruma düştüğü zaman paranın ayarıyla oynuyordu. Tatarcık Abdullah Mola Efendi’ye göre bu durum görünüşte iyi olsa da aslında devletin zararınaydı. Bu uygulama artık yapılmamalıydı. Ayrıca kıymetli maden çıkartma işine de önem verilmeliydi.[24]
Belki de tüm layihaları özetleyecek olan tespit ve öneri Vakanüvis Enveri Efendi’den gelmişti. Çünkü o devlete görevlerine artık ehil kişilerin gelmediğini ve liyakate önem verilmediğini tespit etmişti. Ayrıca rica ve minnet ile makam ve iş sahibi olunmuştu. Böyle olunca görevler aksamış ve işler yapılamaz hale gelmişti. Vakanüvis Enveri Efendi ayrıca vezir sayısının azalmasını ve yeniçerilerin görev yerinin sık sık değişmesini önermekteydi.
Sonuç:
Osmanlı Devleti devlet nizamının bozulmaya başladığı ve duraklama dönemine girildiği zamanlarda da çıkış yolları aramıştı. Ancak o dönemin yol göstericileri bozulmanın sebeplerini “kanun-i kadim”e bağlıyorlardı. Yani Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemlerdeki kurallara uymamanın devlet nizamını bozduğu görüşündeydiler. Bu anlayış III. Selim döneminde değişme uğramıştı. Her ne kadar layiha sahiplerinden bazıları Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki kanunlara uyulması gerektiğini söylese de artık “kanun-i kadim” yerine “Nizam-i Cedid” anlayışı hâkimdi. Böylece Osmanlı Devleti dünyanın değiştiğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Sıra bu yeni duruma uyum sağlamaya gelmişti.
Uzun süren Rus ve Avusturya Savaşları, sürekli alınan askeri mağlubiyetler, bozulan mali durum, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, Coğrafi Keşifler, Reform ve Rönesans süreci derken artık değişimin zamanı çoktan gelmişti. İşte bu süreçte 1789 yılında tahta çıkan III. Selim devlet erbabına yazdırdığı layihalarla bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. Askeri, mali, siyasi kısacası devleti ilgilendiren her konuda yazılan layihalar tek tek incelenerek uygulama safhasına geçildi. Sonunda Nizam-i Cedit denilen yenileşme programı ortaya çıktı.
1807 yılına kadar yenileşme hareketini sürdüren III. Selim gelenekçi yapının ve Yeniçeri Ocağı’nın baskısı sonucu meydana gelen Kabakçı Ayaklanması ile tahttan indirildi. Yerine geçen IV. Mustafa da III. Selim’i kurtarmaya gelen Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa yüzünden III. Selim’i öldürmüştü. Sonunda tahta geçecek olan II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp bu yenileşme programını sürdürecek hatta Osmanlı tarihinin en katı yenileşme programını uygulayacaktı.

KAYNAKÇA:
Beydilli Kemal, “Ignatius Mouradgea D’Ohsson (Muradcan Tosuncuyan) Ailesi Hakkında Kayıtlar, Nizam-ı Cedid’e Dair Layıhası ve Osmanlı İmparatorluğundaki Siyasi Hayatı”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S.34, 1984.
Beydilli Kemal, “D’ohsson, Ignatius Mouradgea”, İslam Ansiklopedisi,C.09, Türkiye Diyanet Vakfı.
Beydilli Kemal, “Nizâm-ı Cedid”, İslam Ansiklopedisi, C.33, Türkiye Diyanet Vakfı.
Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, IV. cilt, Tertib-i Cedid, İstanbul 1303.
Ergin Çağman, III. Selim'e Sunulan Islahat Layihaları, Kitabevi,2010,s.(Giriş).
Çağman Ergin, “III. Selim’e sunulan bir ıslahat raporu: Mehmet Şerif Efendi Layihası”, Divan: Disiplinler Arası Çalışma Dergisi, S.7 (1999/2).
Çatay Nedret, (Yap./Yön.), Sinan Yaka, III. Selim, TRT, 2011.
Karal Enver Ziya, “Nizam-ı Cedid’e dair layihalar 1792”, Tarih Vesikaları, II/12, İstanbul 1942.
Mandacı Filiz, III. Selim Dönemi Osmanlı Maliyesinde Islahat Hareketleri, Trakya Ün. Sos. Bil. Ens., YLT, Edirne 2007.
Özcan Besim, “Tatarcık Abdullah Efendi ve ıslahatlarla ilgili layihası”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Türk Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr. İbrahim Yarkın’a Armağan, XXVI/1, İstanbul 1998.

Özdemir Filiz, Defterdar Mehmed Şerif Efendi’nin Layihasının Nizam-I Cedid Islahatlarındaki Rol, KTÜ Sos.Bil. Ens., YLT, Trabzon 2012, s.36.

Sarı Hacı, “Osmanlı Düşüncesinde İktisat Fikri: Layihalar ve Ahmet Cevdet Paşa Özelinde İnhitatçı İktisat Düşüncesinin Evrimi”, Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Dergisi, C.1,S.3(2016), s.73.

Şakul Kahraman, “Nizâm-ı Cedid düşüncesinde batılılaşma ve İslâmi modernleşme”, Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, S.19, 2005/2, s.121.

Tatarcık Abdullah Efendi, “Nizam-ı Devlet Hakkında Mütaalat”, TOEM, III, 1332.



[1] Hacı Sarı, “Osmanlı Düşüncesinde İktisat Fikri: Layihalar ve Ahmet Cevdet Paşa Özelinde İnhitatçı İktisat Düşüncesinin Evrimi”, Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Dergisi, C.1,S.3(2016), s.73.
[2] Kahraman Şakul, “Nizâm-ı Cedid düşüncesinde batılılaşma ve İslami modernleşme”, Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, S.19, 2005/2, s.123.
[3] Kemal Beydilli, “D’ohsson, Ignatius Mouradgea”, İslam Ansiklopedisi,C.09, Türkiye Diyanet Vakfı, s.496-497.; (http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c09/c090338.pdf, ET:22.12.2017)
[4] Kahraman Şakul, a.g.m., s.121.
[5] Enver Ziya Karal, “Nizam-ı Cedid’e dair layihalar 1792”, Tarih Vesikaları, II/12, İstanbul 1942,
s.424.
[6] Nedret Çatay(Yap./Yön.), Sinan Yaka, III. Selim, TRT, 2011.
[7] Ergin Çağman, a.g.m.,  s.218.
[8] Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, IV. cilt, Tertib-i Cedid, İstanbul 1303.
[9] Ergin Çağman, a.g.m., s.218.
[10] Kemal Beydilli, a.g.m.d., s.175-178.
[11] Ergin Çağman, a.g.m., s.218.
[12] Kemal Beydilli, “Ignatius Mouradgea D’Ohsson (Muradcan Tosuncuyan) Ailesi Hakkında Kayıtlar, Nizam-ı Cedid’e Dair Layıhası ve Osmanlı İmparatorluğundaki Siyasi Hayatı”, İ.Ü.E.F. Tarih Dergisi, S 34, 1984, s. 247-314.
[13] Ergin Çağman, III. Selim'e Sunulan Islahat Layihaları, Kitabevi,2010,s.(Giriş).
[14] A.g.e.
[15] Ergin Çağman,a.g.m., s.218.
[16] A.g.m., s.219.
[17] Filiz Özdemir, Defterdar Mehmed Şerif Efendi’nin Layihasının Nizam-I Cedid Islahatlarındaki Rol, KTÜ Sos.Bil. Ens., YLT, Trabzon 2012, s.36.
[18] Besim Özcan, “Tatarcık Abdullah Efendi ve ıslahatlarla ilgili layihası”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Türk Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr. İbrahim Yarkın’a Armağan, XXVI/1, İstanbul 1998, s.55–64.
[19] Tatarcık Abdullah Efendi, “Nizam-ı Devlet Hakkında Mütaalat”, TOEM, III, 1332.; Filiz Mandacı, III. Selim Dönemi Osmanlı Maliyesinde Islahat Hareketleri, Trakya Ün. Sos. Bil. Ens., YLT, Edirne 2007, s.64-65.
[20] Ergin Çağman, a.g.m., s.220.
[21] Cevdet Paşa, a.g.e., s.234.; Filiz Mandacı, a.g.t., s.70.
[22] Filiz Mandacı, a.g.t., s.70.
[23] A.g.t
[24] Besim Özcan, a.g.m., s.62.

UNUTULAN KURTULUŞ SAVAŞI KAHRAMANI: BEKİR SAMİ GÜNSAV

Çerkez kökenli olan Albay Bekir Sami 1864 yılında Kuzey Kafkasya’dan göç eden bir aileye mensuptur. Babasının adı Hasan, ailesinin unvanı ise Zarako’dur. Hasan Bey Manyas’ta çiftçilik yaparak ailesini geçindiriyordu. Albay Bekir Sami, Hasan Bey’in yedi evladından biriydi. Diğer kardeşlerin isimleri ise şöyledir: Havva, Fatma, Esma, Bekir, Sami, Münire, Mehmet ve Musa.[2]
1879 yılında Bandırma’da doğan Albay Bekir Sami, ilkokuldan sonra Bursa Askeri Lisesi’ni bitirmiş ve 14 Mart 1897’de Harp Okulu’na girmeye hak kazanmıştı. Harp Okulu’ndan 17 Ocak 1900’ta 421 öğrenci arasından 17.olarak teğmen piyade subayı olmuştur. Harp Akademisine devam ederek 4 Aralık 1902’de mümtaz yüzbaşı olmuştur.[3] Harp Akademisinden mezun olduktan sonra Erzincan’da 4’üncü Orduya bağlı 49’uncu Piyade Tümeni, 38’inci Tugay 75’inci Nizamiye Alayı 1’inci Tabur 3’üncü Bölüğü, 4 Mayıs 1906’da Erzincan Harp Okulu Topoğrafya Öğretmen Yardımcılığı, 5 Temmuz 1906’da 2’nci Ordu açığına, 30 Kasım 1908’de Erzurum Askerî Lisesi Matematik Öğretmeni, 12 Eylül 1909’da 4’üncü Ordu 8’inci Tümen Kurmay Heyeti Mülhaklığına, 3 Nisan 1910’da İstanbul Harp Okulu Topoğrafya Öğretmeni, 26 Eylül 1910’da 6’ncı Ordu açığına, 15 Temmuz 1911’de 4’üncü Redif Alayı 2’nci Dakok Tabur Komutanı, 5 Eylül 1911’de 13’üncü Kolordu Kurmay Heyeti Mülhakı, 70’inci Alay 2’nci Tabur Komutanı, 16 Mayıs 1912’de 6’ncı Kolordu 16’ncı İştip Tümen Kurmaylığına, 29 Mayıs 1912’de yeniden 70’inci Alay 2’nci Tabur Komutanı, 16 Haziran 1912’de Müstakil İşkodra Tümeni Kurmaylığına, 5 Ağustos 1912’de Harbiye Nezareti Makam Emir Subayı olarak atandı. 28 Şubat 1914’te Satın Alma Komisyon Başkanı olarak Almanya’ya gitti. 7 Eylül 1914’te 5’inci Kolordu Kurmaylığına, 15 Eylül 1914’te 43’üncü Alay Komutanı, 21 Ocak 1915’te 5’inci Seferî Kuvvetler (52’nci Tümen) Komutanı olarak atandı ve Irak Cephesi’ndeki muharebelere katıldı. 9 Ağustos 1917’de Çatalca Savunma Hattı Komutanı, 12 Nisan 1918’de İhracat ve Siparişler Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu.[4] 1910 yılında Rukiye Tahire Hanımla evlenen Albay Bekir Sami’nin, bu evlilikten Turgut, Orhan, Ali Doğan, Turhan, Belma ve Selma adında 6 çocuğu olmuştur.[5]
5 Ağustos 1912’de “Harbiye Nezareti Makam Emir Subayı” olarak atanan[6] Albay Bekir Sami, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın yaverliğini de yapmıştır. 11 Haziran 1913’te Paşa’nın suikasta uğradığı sırada Albay Bekir Sami’nin yanında olmaması onu olası bir ölümden kurtarmıştı. I.Dünya Savaşı’nda aktif görev alan Albay Bekir Sami, İran ve ötesi harekâtının yanı sıra Kafkas cephesine katılmıştır.[7]
Milli Mücadele Döneminde Yürüttüğü Eylemler
Albay Bekir Sami, Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekim 1918 yılında İstanbul’da bulunuyordu. İstanbul Hükümeti tarafından ona “İhracat ve İthalat Komisyonu” görevi verilmişti. Ancak o bu görevi fazla önemsememiş ve Üsküdar’daki evinde bir nevi inzivaya çekilmişti.[8] Sık sık arkadaşlarıyla toplanıp memleketin kurtuluşu için çareler arıyor, özellikle de Hindistan seferi sırasında tanıştığı[9] Rauf Bey’in evinde yapılan toplantılara katılıyordu.[10] Zira Rauf Bey o sıralar eski İttihatçılarla temasta bulunuyor ve onları milli mücadeleye katılmaya ikna etmeye çalışıyordu.
Albay Bekir Sami bu şartlar altında, İstanbul Hükümeti tarafından 1919 Mayıs ayının ortalarında 56’ncı Tümen Komutanı ve 17’nci Kolordu Komutan Vekili olarak Manisa bölgesine atandı. Bu tayinde Rauf Bey’in ve Karakol Cemiyeti’nin büyük rolü vardı.[11] Nitekim o sıralar Harbiye Dairesi Birinci Şube Müdürü Naim Cevat’tı. Zaten o da 16 Mart 1920 Meclis baskınından sonra Kafkaslara gidecek ve kurtuluş için çareler arayacaktı.[12]
Albay Bekir Sami Ege bölgesine gitmeden önce üst düzey hükümet yetkilileriyle görüşmüştü. Bunlardan Milli Savunma Bakanı Şevket Turgut Paşa’nın, Albay Bekir Sami’ye 1.000 lira vermesi ve ağlayarak “vatan için ne yapman gerekiyorsa onu yap” demesi kayda değer olaylardandır. Şevket Turgut Paşa ayrıca Albay Bekir Sami’ye, “Hükümetin sana yardım edemeyebilir[13] demesi dönemin şartlarını görmek bakımından düşündürücüdür. Albay Bekir Sami’yi resmi olarak Şevket Turgut Paşa görevlendirmişti.[14] Bu tayin öylesine acele olmuştur ki Albay Bekir Sami daha ekibini oluşturamadan ve resmi yazı gelmeden yola koyulmuştu.[15] Bu da memleketin kurtuluşu için kaybedilecek zamanın olmadığını gösteriyordu. Zira 15 Mayıs’ta İzmir İşgal edilmiş, orada bulunan Türk askerleri ya şehit olmuş ya kaçmış ya da çevre birliklere dağılmıştı.
Görev yerine vapurla giden Albay Bekir Sami’nin yol arkadaşları da İttihatçı ve Teşkilât-ı Mahsusa üyelerinden oluşuyordu. Yol boyunca ulusal direnişin nasıl örgütleneceği ile ilgili planlar konuşulmuştu. Albay Bekir Sami yol arkadaşlarından bu konuda yardım istedi.[16] Bu yardıma karşılık veren Teşkilât-ı Mahsusa üyesi Yüzbaşı Süleyman Sururi, görev yerine varınca Albay Bekir Sami tarafından Alaşehir irtibat zabitliğine atanmıştı.[17] Bu atama milli mücadeleye büyük katkı sağlayan bir olaydı. Zira Süleyman Sururi’nin Uşak bölgesinde asker toplama, teşkilatlanma, iaşe ve halkı bilinçlendirme konusunda çok büyük yararlılıkları olmuştu.
Görev yeri olan Manisa’ya giderken yol güzergâhını gözlemleyen Albay Bekir Sami evlere asılan Yunan bayraklarını görünce çok üzüldüğünü anılarında sık sık belirtmiştir. Albay Bekir Sami görev yerine gelir gelmez İstanbul ile sürekli temas halinde olmayı da ihmal etmemişti. Sürekli etrafına telgraf gönderiyor ve İstanbul Hükümeti’ni mevcut durumdan haberdar ediyordu. Özellikle Rauf Bey’le çok sık haberleşiyordu.
Bandırma’ya vardığında durumun vahametini anlayan Albay Bekir Sami, aldığı sert ve acımasız kararlarla halkın üzerindeki yılgınlığı atmıştı.[18] 27 Mayıs 1919’da Akhisar’da Türkleri ve Rumları toplayarak onlara devlete karşı gelmemelerini, aksi takdirde yöreyi, halkı ile beraber yok edeceğini[19] söylemesi durumu anlamak için iyi bir örnektir. Bu konuda acımasızlığı ile bilinen Albay Bekir Sami, Yunanlarla barışı savunan dört hocayı kendi tabancasıyla Kaymakamlık binasının önünde öldürmüş ve olay esnasında etraftakilere görevini yapmayanların sonunun bu şekilde olacağını söylemişti.[20]  Albay Bekir Sami özelikle bayrak konusunda çok hassastı. Eşme’de Rum bayrakları asılması üzerine, 4 Rum’u
idam ettirmiş, asılan bayrakları toplatarak yaktırmıştı.[21] Bölge yöneticilerini baskı altına alan Albay Bekir Sami örneğin Kula’da zengin çocuklarının askere gitmesine engel olan Şube reisini önce tutuklatmış sonra da milli mücadeleye katılması şartıyla affetmişti. Albay Bekir Sami milli mücadeleye zarar veren eşraf ve âlimlerinden bazılarını da tutuklatmıştı. Kaymakamların araya girmesiyle bazılarını da affetmişti.[22]
Albay Bekir Sami’nin bu davranışları bazıları tarafından bozgunculuk olarak görülüyordu. Zira Bandırma’da Rum bayraklarının toplatılması emrini verdiği bir yarbay sonradan Albay Bekir Sami’yi İstanbul Hükümeti’ne şikâyet etmiş ve onun hakkında fitne çıkarıyor demişti.[23] Albay Bekir Sami o günlerde buna benzer durumlarla çok karşılaşmıştı.
İzmir İşgali’nden geri çekilen askerlerle görüşen Albay Bekir Sami, İzmir’deki olayları onlardan öğreniyor ve durumu İstanbul’a bildiriyordu. Zira İzmir’de durum iyi gözükmüyordu. Yunan askeri girdiği yerlerde katliam ve zulüm yapıyordu. İzmir ve çevresinde yaşayan Rumlar akın akın Yunan ordusuna ve Rum çetelerine karışıyordu. Hatta Yunanlılar Rumlardan “savaş zamanı vergisi” adlı bir vergi alıyordu.[24] Bu olaylara tanık olan Albay Bekir Sami aldığı kararlarda daha da sertleşiyordu. Hatta bir ara İzmir’e girmeyi bile düşünmüştü.
23 Mayıs 1919’da Manisa’ya varamadan oranın Yunanlar tarafından işgal edildiğini duyan Albay Bekir Sami hemen en yakın yer olan Akhisar’a gidip karargâh merkezini oraya taşımıştı. Buradan da İstanbul ve ilgili yerlere telgraf göndererek işgal konusunda bilgilendirme yapmıştı. Bu arada Çerkez Ethem Bey’i de yardıma çağırmıştı. Albay Bekir Sami’nin yanında Vasıf Bey(Çınar) ve Kazım Bey(Özalp)’da bulunuyordu. [25]
26 Mayıs 1921’de Aydın ve Tire, ertesi gün de Bayındır işgal edilmişti.[26] Yunan işgali dolayısıyla bölgede hareket kabiliyetini kaybeden Albay Bekir Sami, buna rağmen korkmadan mücadele ediyordu. Rum baskınlarının yapıldığı yerlere gidiyor ve burada taşkınlık yapan Rumları ve işbirlikçi Türkleri cezalandırıyordu. Yunanlılara para karşılığı casusluk yapan Türkler bile oluyordu. İşgal korkusu yaşayanlar bazı Türklerin Yunanlıları karşılamak için merasime hazırlandığı bile oluyordu. Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp bir merkezde toplanıyordu. Albay Bekir Sami cephanelerin işgal kuvvetlerinin eline geçmeden kaçırılması ve güvenli bir yerde toplanması konusuna çok önem veriyordu. Bu konuda bölgedeki komutan ve görevlilerle sık sık emirler yağdırıyordu. Ancak bölgedeki şartlar çok zordu. Örneğin bölge halkından bazıları Aydın işgali sırasında ortada kalan erzak ve silahları yağmalamıştı. Buna karşılık vatansever komutanlardan bazıları geri çekildikleri yerlerde halkı örgütlemeye çalışmış ancak halk yeteri kadar ilgi göstermemişti.[27] He ne kadar bazı Türkler Yunanlılara karşı yılgınlık gösterse de bazıları da gizli örgütlenme, miting, protesto ya da ticari boykot gibi eylemlere işgale karşı koymaya çalışıyordu. Örneğin Hristiyanlara kızan bazı Türkler onlardan alışveriş yapmıyordu.[28]
İstanbul Hükümeti şikâyet ve ihbarlardan dolayı 28 Mayıs 1919’da Albay Bekir Sami’yi geri çağırmıştı. Albay Bekir Sami ise bu emre olumsuz yanıt vermişti. Tam da bu sırada Ayvalık’ın işgal edildiği haberi gelmişti. Ertesi gün de Turgutlu ise işgal edilmişti.
30 Mayıs 1919’da Alaşehir’e giden Albay Bekir Sami bazı gözlemlerde bulunmuştu. Zira Türkler Rumlarla dost olduklarına dair “Dostluk Belgesi” adı verilen bir belge almanın peşindeydi. Ayrıca Yunanlıları karşılamak için hazırlık yapıyorlardı. Bu arada işgal edilen yerlerden geri çekilen asker ve komutanlar cephaneyi bırakmak zorunda kalıyordu. Oysa Albay Bekir Sami’nin bu konuda kesin talimatı vardı. Albay Bekir Sami komutanlara neden bu emri yerine getirmediniz diye sormuştu. Komutanlar ise Rumların ve İngilizlerin onlara engel olduklarını söylemişti[29] Bu arada Turgutlu ve Bayındır da çarpışma olmadan işgal edilmişti.
Albay Bekir Sami işgal bölgelerinde teşkilatlanıyor ayrıca ulusal mücadeleye karşı olan yöneticileri bir şekilde ikna ediyordu. Yunanlıların İzmir’den sonra doğuya doğru yayılışını engellemek onun en önemli görevdi. Ancak kaçak asker sıkıntısı yaşanıyordu. Yunanlıların geri çekildiği ve boşalttığı yerleri bir an önce ele geçirmek isteyen Albay Bekir Sami bunu gerçekleştirecek askerleri bulmakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden kaçak askerlerin yakalanmasına konusuna çok önem vermişti.
31 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’e telgraf çekip bölgedeki durumu rapor eden Albay Bekir Sami 9 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’den bir de cevap almıştı. Bu telgrafta her şeye rağmen ümitsizliğe kapılmamak gerektiğini anlatan Mustafa Kemal, kumandanlarda görülecek zafiyetin halka da yansıyacağını belirterek Albay Bekir Sami’yi telkin etmişti. [30] Albay Bekir Sami o günden sonra Mustafa Kemal’e sonuna kadar sadık kalmıştı.
Mustafa Kemal ayrıca Ege bölgesinde kurulan Redd-i İlhak Cemiyetlerini Albay Bekir Sami sayesinde kontrol etmişti.[31] Albay Bekir Sami, Mustafa Kemal’in batı cephesindeki sağ koluydu. Ancak Kara Vasıf ve eski İttihatçılarla görüşmeye devam eden Albay Bekir Sami Karakol Cemiyeti’nin Ege’deki temsilcilerinden biri olmaya devam etmişti. Sivas Kongresi’nden sonra Mustafa Kemal, Albay Bekir Sami'ye gönderdiği bir telgrafta artık Redd-i ilhak, Karakol gibi adlarla çalışmaya gerek bulunmadığını belirtmişti.[32]
Tüm bu örgütlenme çabaları ve kısmi başarılardan sonra 20 Haziran 1919’da Bursa’da bulunan 56.Tümen komutanlığına atanan Albay Bekir Sami bu emre uyup uymama konusunda kararsız kalmıştı. Zira Uşak, Eşme, Kula, Alaşehir, Salihli ve Ahmetli’de mıntıka kumandanlıkları oluşturmuş ve direnişi örgütlemişti.[33]  Sonunda Bursa’ya gitmeye karar veren Albay Bekir Sami 27 Haziran’da oraya vardı.[34] Bursa’ya geldiğinde eski görev yerlerinden kötü haberler geliyordu. Zira askeri firar olayları artmıştı. Bekir Sami’nin kurduğu düzen bozulmuş, örgütlenmeler dağılmıştı.
27 Haziran 1919’da Albay Bekir Sami’ye bir telgraf gönderilmişti. Mustafa Kemal Paşa Sivas Kongresi’ne Rauf Bey’in seçtirilip gönderilmesini talep ediyor ayrıca Bursa’daki hadiselerden haberdar olmak istiyordu. Bursa’da ise durum kötüydü. Ortada bir enkaz vardı. Bu enkazın sebebi ise Bursa Valisi İsmail Gümülcineli’ydi. Çünkü bu vali vatanseverleri görevden uzaklaştırıp Ermeni ve Rumlarla işbirliği yapıyordu. Ancak Bekir Sami Bursa’ya geldiğinde İsmail Gümülcineli kaçmıştı.
Direnişe Bursa’da devam eden Albay Bekir Sami buradan yaptığı yönlendirmelerle Ege’yle bağlantısını sürdürüyordu. İşgali püskürtmek için en ufak ayrıntıya dikkat ediyor fırsatları kaçırmıyordu. Örneğin İtalyanların Burdur’da silah sattıklarını duymuş, silahların satın alınması için oradaki amirlere emir vermişti.[35] Bu arada Bursa’ya yeni vali olarak atanan Kürt Mustafa Paşa (Nemrut Mustafa Paşa) söylediği sözler ve tavırlar yüzünden askerlerde infial yaratmıştı. Osmanlı Devleti’nin I.Dünya Savaşı‘na girişinin boşuna ve haksız olduğunu, ölen askerlerin de köpek ölüsünden farksız oluğunu söyleyen Kürt Mustafa Paşa, Albay Bekir Sami tarafından silah zoruyla Bursa’dan kovulmuştu.[36]
Bu arada 20.Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa ile haberleşen Albay Bekir Sami, Sivas Kongresi Temsil Heyeti’nin emirlerini harfiyen yerine getiriyordu. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa ile telgraflaşma sayısı da sıklaşmıştı. Bu süreçte Merkezi Bilecik olmak üzere İzmit, Eskişehir ve Bolu Sancaklarının Mıntıka Kumandanlığını yapan Albay Bekir Sami, asayişi sağlama, tren hatlarını kontrol etme ve cephaneleri korumak gibi görevleri yerine getirmişti.[37] Albay Bekir Sami ayrıca Anzavur ayaklanmasına karşı mücadele etmiş, bölgede tehlikeli görünen kişileri ya tutuklatmış ya da Ankara’ya göndermişti. Örneğin Mustafa Kemal tarafından çekilen bir telgrafta Yusuf İzzet Paşa’nın gizlice Ankara’ya gönderilmesi, eğer karşı koyarsa zorla getirilmesi emri verilmişti. Hatta Mustafa Kemal Paşa, Yaver Yüzbaşı Selahattin’e ayrıca şifreli bir telgraf göndermiş, Yusuf İzzet Paşa’nın Ankara’ya gönderilmesi hususunda Albay Bekir Sami’nin engel olması durumunda bu sefer Albay Bekir Sami’yi onun tutuklamasını istemişti.[38]
Bu arada İstanbul Hükümeti tarafından gönderilen Reşit Bey, eğer Mustafa Kemal’den ayrılırsa Albay Bekir Sami’ye paşalık, başkumandanlık, 20.000 altın ve bir adet köşk verileceğini söylemişti.[39] Bu teklifi reddeden Albay Bekir Sami’ye 6 Haziran 1920’de Kuvayi Milliye adı altında Anadolu’da kargaşa yaratıp halkı teşvik etmekten dolayı rütbesinin kaldırılması, madalyalarının geri alınması ve idam cezası verilmişti.[40] Bu karara rağmen Albay Bekir Sami Bursa’nın işgaline kadar Bursa ve yöresinde mücadeleye devam etmişti.
25 Haziran 1920’de Batı Cephesi Komutanlığı kurulunca Albay Bekir Sami, 20’nci Kolordu Komutanlığına atanmış ancak bu görevde 20 gün kalabilmişti. Zira 8 Temmuz 1920’de Bursa’nın işgali sebebiyle TBMM’nin dinci kanadı tarafından suçlanmış ve görevden alınmıştı.[41] Mustafa Kemal Paşa, Albay İsmet Bey ve Ali Fuat Cebesoy mecliste Albay Bekir Sami’yi savunsa da sonuç değişmemişti. Hatta Mustafa Kemal Paşa Bursa’dan geri çekilişin hükümet kararı olduğunu söylemişti.[42] Buna rağmen sonuç değişmemişti. İstanbul hükümeti yandaşlarının Bursa’da çoğunlukta bulunması işgalin diğer bir sebebi olarak görülebilirdi.[43] Albay Bekir Sami buna rağmen 20.000 kişilik Yunan ordusuna karşı 2500 moralsiz askerle savaşmış ve netice alamadan Bursa’dan ayrılmak zorunda kalmıştı.[44]
Albay Bekir Sami 4 Eylül 1920’de 20’nci Kolordu Komutanlığı görevinden alınarak Muğla ve Antalya Havalisi Komutanı olarak atandı. [45] Daha sonra Kuzey Kafkas Askerî Temsilcisi görevi dolayısıyla Sovyet Rusya’ya gitmeye çalışsa da bazı nedenlerden dolayı yolculuğu yarım kalmış geri dönmüştü.[46]
Albay Bekir Sami hastalığından dolayı 22 Şubat 1921’de Viyana’ya gitmişti. [47] Tekrar yurda dönen Albay Bekir Sami’ye Milli Savunma Bakanlığı tarafından bazı görevler teklif edilmişti Fakat o bu görevleri kabul etmemiş ve 9 Temmuz 1924 yılında emekli olmuştu.[48] İşsiz kalan Albay Bekir Sami, Ali Fuat Paşa’nın yardımı sayesinde Haydarpaşa Devlet Demir Yolları İstimlak Müdür Yardımcılığı görevine getirilmişti. 9 Eylül 1934’te ölümüne kadar da bu görevi yapmıştı.[49]
Eserleri, Düşünceleri ve Karakteri
Almanca, Fransızca ve İngilizce bilen Albay Bekir Sami’nin[50] kendi çıkardığı yazılı bir eseri yoktur. Ancak Yaveri Yüzbaşı Selâhaddin’in yazdığı savaş cerideleri 1994’te Muhittin Ünal tarafından kitap haline getirilmiştir. Albay Bekir Sami ayrıca Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanının ana karakterdir. Romanda halkın bir kısmının işgali umursamadığı ve bu umursamamazlık karşısında komutanların yaşadıkları mücadele anlatılmaktadır.
Albay Bekir Sami Çerkez asıllı olduğu için Rus karşıtı gibi görünse de Rusya’nın mazlum milletlere istiklâl vereceğiz söylemi yüzünden milli mücadele döneminde komünizme sıcak bakmıştı. Hatta milli mücadele döneminde Alaşehir’deyken Bolşevik suçlamasıyla İstanbul’a şikâyet edilmişti. Ancak bu durum o zamanın için normaldi. Zira İsmet İnönü, Kazım Karabekir gibi komutanlar bile o dönem komünizmi bir kurtuluş düşüncesi olarak görüyorlardı.[51]
Albay Bekir Sami yiğit ve cesur bir askerdi. Nitekim Mustafa Kemal, Albay Bekir Sami’nin yaptığı çalışmalara şükran duyar ve onun kadar ahlâklı ve faziletli bir askerin Bursa gibi nazik bir yerde görev almasının vatan ve millet için hayırlı olduğunu vurgulamıştı.[52]

Sonuç
Albay Bekir Sami Milli Mücadele döneminin önemli figürlerinden biridir. Zira o Mondros Mütarekesiyle vatanın tehlikede olduğunu görmüş ve vakit kaybetmeden Ege bölgesine giderek kurtuluş için çareler üretmeye başlamıştı. Görev yerine geldiğinde halkı çaresiz gören Albay Bekir Sami buna rağmen yılmamış ve aldığı tedbirlerle batı cephesini ayakta tutmuştu. Halktaki moralsizliği ve bazen ihanete kaçan davranışlarını gözlemleyen Albay Bekir Sami bazen sert tedbirlere başvurmak zorunda kalmıştı.
İstanbul Hükümetiyle bağları koparan Albay Bekir Sami kendisine verilen idam cezası sonrası tamamen Mustafa Kemal’e bağlı kalarak görevini yürütmüştü. Zaten İstanbul ile olan münasebetleri Sarayla değil eski İttihatçı, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti mensuplarıyla olmuştu.
Albay Bekir Sami Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali nedeniyle TBMM tarafından gözden düşürülmüş bu olaydan sonra pasif görevlere getirilmişti. 9 Temmuz 1924 gibi erken bir tarihte emekli olan Albay Bekir Sami, Ali Fuat Paşa sayesinde işe girmiş ve 1934’te ölümüne kadar normal bir vatandaş gibi yaşamıştı.
Albay Bekir Sami gibi bir komutanın erken görevden alınması ve ölüm tarihi olan 1934’e kadar ondan hiç faydalanılmaması o dönem için bir eksiklik olarak kabul edilebilir. Zira başka bir nedeni yoksa bu durum düşündürücü niteliktedir. Albay Bekir Sami’nin mezarı T.C. Devlet Onur Mezarlığı’nda değil, kendi aile mezarlığındadır. Bu durum ailesini üzmektedir. Albay Bekir Sami Günsav gibi tarihi kahramanlara verilen önem belki de yeniden gözden geçirilmelidir.
KAYNAKÇA:
Derlemeler:
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2006
İnternet:
Kitaplar:
Akal, Emel. Milli Mücadele’nin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat ve Terakki ve Bolşevizm, İstanbul 2006.
Akşin, Sina. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele II, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1998.
Arı, İnan. Tarihe Tanıklık Edenler, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1997.
Cebesoy, Ali Fuat. Milli Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, 2007.
Cebesoy, Ali Fuat. Moskova Hatıraları, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982
Gürler, Hamdi. Kurtuluş Savaşı’nda Albay Albay Bekir Sami-Günsav-, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1994.
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü II, Öğretmen Dünyası Yayınları, Ankara 1984.
Selçuk, İlhan. Yüzbaşı Selahattin’in Romanı. 2. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987.
Sofuoğlu, Adnan. Kuva-yı Milliye Dönemi’nde Kuzeybatı Anadolu, Genel Kurmay Başkanlığı, Ankara1994.
Tekeli, İlhan ve Selim İlkin, Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçerken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç), TTK Basımevi, Ankara 1989.
Ülger, S. E..  Zafere Giden Yol, İstanbul 2008.
Ünal, Muhittin. Miralay Albay Bekir Sami Günsav’ın Kurtuluş Savaşı Anıları, Cem Yayınevi, İstanbul 2002.
Makaleler:
Özlü, Hüsnü.  “İstiklal Harbi’nde Bursa’nın İşgali Sürecinde Mudanya’nın Bombalanması”, Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, Y.5, C.5, S.14, Mart 2014



[1] A.g.e., s.291.
[2] Muhittin Ünal, a.g.e., s.17
[3] Türk Silahlı Kuvvetleri,http://www.ata.tsk.tr/06_milli_mucadele_komutanlari/bekir_sami_gunsav.html, (ET: 29.11.2017).
[4] A.g.s.
[5] Muhittin Ünal, a.g.e., s.17-18.
[6] http://www.ata.tsk.tr/06_milli_mucadele_komutanlari/bekir_sami_gunsav.html, (ET: 29.11.2017).
[7] Hamdi Gürler, Kurtuluş Savaşı’nda Albay Bekir Sami-Günsav-, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1994, s.14.
[8] Muhittin Ünal, a.g.e., s.21.
[9] Hamdi Gürler, a.g.e.,  s.42.
[10] Emel Akal, Milli Mücadele’nin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat ve Terakki ve Bolşevizm, İstanbul 2006, s.204.
[11] A.g.e., s.204.
[12] A.g.e., s.207.
[13] Muhittin Ünal, a.g.e., s.23.
[14] Adnan Sofuoğlu, Kuva-yı Milliye Dönemi’nde Kuzeybatı Anadolu, Genel Kurmay Başkanlığı, Ankara 1994, s.50.
[15] Hamdi Gürler, a.g.e.,, s.42.
[16] Muhittin Ünal, a.g.e., s.24.
[17] İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçerken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç), TTK Basımevi, Ankara 1989, s.96.
[18] Emel Akal, a.g.e., s.208.
[19] Muhittin Ünal, a.g.e., s.45.
[20] İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı. 2. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s.95-97.
[21] Muhittin Ünal, a.g.e.,, s.73.
[22] A.g.e., s.116.
[23] Muhittin Ünal, a.g.e.,, s.27.
[24] A.g.e., s.108.
[25] A.g.e., s.30.
[26] A.g.e., s.60.
[27] A.g.e., s.61.
[28] Muhittin Ünal, a.g.e., s.83.
[29] A.g.e., s.57.
[30] Rahmi Apak, İstiklâl Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, İstanbul 1942, s. 47.
[31] Muhittin Ünal, a.g.e., s.176.
[32] Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü II, Öğretmen Dünyası Yayınları, Ankara 1984, s.163.
[33] Muhittin Ünal, a.g.e., s.141.
[34] A.g.e., s.33-136.
[35] A.g.e., s.52.
[36] A.g.e., s.165.
[37] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2006, m.156.
[38] Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Temel yayınları, 2007, s. 17.
[39] Muhittin Ünal, a.g.e., s.14.
[40] A.g.e., s.176.
[41] A.g.e., s.17.
[42] Zeki Sarıhan, a.g.e., s.116.
[43] Adnan Sofuoğlu, a.g.e., s.187.
[44] S. E. Ülger,  Zafere Giden Yol, İstanbul 2008.
[45] http://www.ata.tsk.tr/06_milli_mucadele_komutanlari/bekir_sami_gunsav.html, (ET: 29.11.2017).
[46] Muhittin Ünal, a.g.e., s.17.
[47]  http://www.ata.tsk.tr/06_milli_mucadele_komutanlari/bekir_sami_gunsav.html, (ET: 29.11.2017).
[48] A.g.s.
[49] Muhittin Ünal, a.g.e., s.17.
[50] A.g.e.
[51] Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1997, s.342-343.
[52] Hüsnü Özlü,  “İstiklal Harbi’nde Bursa’nın İşgali Sürecinde Mudanya’nın Bombalanması”, Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, Y.5, C.5, S.14, Mart 2014,s.126