Türkiye’de bugünlerde Neosmanlıcılık
tartışmaları yaşanıyor. Bu tartışmayı yaratanlar Osmanlı Devleti hakkında ne
kadar bilgi sahibi bilinmez ancak her zaman olduğu gibi gerçeklere dayalı
analiz olaylara doğru açıdan yaklaşmamızı sağlayacaktır.
Osmanlı
Devleti hakkında söylenen bazı kalıplaşmış sözler vardır. Bunlardan biri de Osmanlı
Devleti’nin 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmettiği şeklindedir. Bu tamamen yanlış
bir algıdır. Oysa Osmanlı Devleti’nin güç kazanmaya başlaması 1453 yılında İstanbul’un
fethedilmesiyle başlar ve 1579 yılında Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümüyle durmaya
başlar. Bundan sonraki süreç duraklama, gerileme ve yıkılış sürecidir.
Duraklama dönemindeki Köprülüler Dönemi duraklama içinde bir yükselme devri
olarak görülse de II. Viyana bozgunu bu süreci baltalar ve Osmanlının dibe
doğru batması ivme kazanır. 1699 Karlofça Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu
ilk defa toprak kaybeder ve yıkılışına kadar da toprak kaybetmeye devam eder. Bunun
anlamı Osmanlı’nın artık sözünün geçmediği ve yükselen Avrupa medeniyeti
karşısında gücünü yitirdiğidir. O zaman basit bir hesaplamayla Osmanlı
Devleti’nin üç kıtaya hükmetme süresini 126 yıl olarak hesaplayabiliriz. Buna
Köprülüler döneminden biraz daha katarsak ortalama 150 yıla ulaşmış oluruz. O
zaman Osmanlı Devleti’nin 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmettiği şeklindeki sözün
fazlasıyla abartı olduğunu söyleyebiliriz.
Neoosmanlıcılığı savunanlar olaylara
biraz da duygusal açıdan bakmaktadırlar. Kendilerini savunmak için güçlü tarihi
kişilikleri öne sürerler. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman dönemine bakıp
Osmanlıyı geri istiyoruz diyebilirler. Oysa Osmanlı İmparatorluğu sadece Kanuni
Sultan Süleyman dönemden oluşmaz. Örneğin Kösem Sultan’ın arka planda olduğu
Deli İbrahim dönemi, I.Abdülhamid dönemi, III. Selim dönemi ve Lale Devri gibi
dönemler de vardır. Toprak kayıplarının ve ekonomik bunalımların yaşandığı bu
dönemlerde çareyi batıya uyum sağlamakta gören padişahlar da olmuştur. Ancak bu
yenilikçi padişahlar karşılarında hep gelenekçileri bulmuşlardır. (Genç Osman, III.
Selim vb.si…) II. Mahmud ’un 1826
yılında Yeniçeri Ocağını kaldırması bu noktada bir kırılma noktası olmuş ise de
çöküş süreci durdurulamamıştır.
Güçlü devlet olmanın koşulları her
çağa göre değişiklik gösterir. Bunun yolu mevcut çağa uygun davranıp
politikaları ona göre belirlemektir. Osmanlı dönemine geri dönerek değil ondan
ders alarak ilerleyebiliriz. Güçlü bir ülke olmamız için en başta ekonomi
politikalarına önem vermeli, çağdaş eğitim sistemine adapte olmalı, yerli bir
üretim sistemi yaratıp orduyu sürekli modernleştirmeli ve devlet ayakta tutan
adalet kavramından uzaklaşmamalıyız.
Osmanlı İmparatorluğu içinde birçok
ırktan ve dinden insanlar yaşamıştır. Ancak 1789 Fransız İhtilali ile yayılan
demokrasi ve milliyetçilik akımları birçok milleti bizden ayırmış ve dünya
ulusçu ve demokratik bir yaklaşımı benimseyen yönetim sistemlerine doğru sürüklenmiştir. Bunun
bir emaresi sayılan meclisler ise tüm dünyada yaygınlaşırken bizdeki süreç 1876 yılında I.Meşrutiyet'in ilanıyla başlamıştır. Meclis açılmasına açılmıştır ama II.Abdülhamid kendisine verilen meclisi feshetme hakkını 93 Rus
Harbini bahane ederek kullanmış ve meclisi feshetmiştir. Böylece demokrasi süreci neredeyse başlamadan
bitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu güçlendikçe
yayılmacı bir siyaset izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti ise yeni ve orta
büyüklükte bir ulus devleti olup Neosmanlıcı bir politika üretmesi beklenemez.
Günümüzde Osmanlının o çok uluslu yapısı yoktur. Osmanlı’nın
yayılmacı politikasını uygulamak yerine eski topraklarımızla ekonomik
işbirliğine daha çok önem vermeli ama güvenliğimizi tehdit eden durumlarda da çekinmeden
askeri seçenekleri kullanabilmeliyiz. (1974 Kıbrıs Barış Harekâtı) Her zaman kendi büyüklüğümüze göre hareket etmeli,
gücümüz yetmediği durumlarda da denge siyasetini uygulamalıyız. (II. Dünya
Savaşı’na girmeme başarısı) Neosmanlıcı
yaklaşım bizi sadece maceraya sürükler. (I.Dünya Savaşı felaketi)
Osmanlı Devleti hakkında yanlış bir
algı daha vardır. Osmanlı Devleti yönetim sisteminde bugünkü Suudi Arabistan’daki gibi bir şeriat düzenin olduğu sanılır. Oysa Osmanlı toplumu muhafazakar
olmakla beraber asla öyle bir zihniyete sahip olmamıştır. Dini
özgürlükler anlamında diğer din mensupları istediği şekilde dinini yaşamış, Müslümanlar
ise dini vecibeler bakımdan hiçbir hukuksal baskı görmemiştir. Bir
nevi yumuşak ve geçişken özelliği olan laik bir sosyal alt yapısı vardır. 1890 yılında yani II.Abdülhamid döneminde İstanbul’da bir bira imalathanesi açıldığını düşünürsek konuyu daha çok aydınlığa kavuşturmuş oluruz. Şer-i mahkemelerin İslam dinine
göre yargılama yaptığı doğru ise de bu yargılama konuları genellikle evlilik, boşanma,
miras gibi konuları kapsamıştır. Tabi her toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da radikal
unsurların olduğu bir gerçektir. Günümüzde de bu tür yapıların olduğunu düşünürsek bu durum son derece normaldir. Ancak radikal unsurlar her zaman devletleri tehdit etmiştir.
Abdülmecid döneminde yaşanan ve gerici bir darbe kalkışması olan Kuleli Vakası(1859) püskürtüldükten sonra Abdülmecid yakın adamlarına kızıp, şöyle demiştir:
“Bu gericileri başıma siz saldınız!”
Bu söz tarihe not düşülecek bir serzeniştir.
Abdülmecid döneminde yaşanan ve gerici bir darbe kalkışması olan Kuleli Vakası(1859) püskürtüldükten sonra Abdülmecid yakın adamlarına kızıp, şöyle demiştir:
“Bu gericileri başıma siz saldınız!”
Bu söz tarihe not düşülecek bir serzeniştir.
Cumhuriyetimizin kurucusu M.Kemal
Atatürk her daim akılcılığı, gerçekçiliği ve bilimselliği savunmuş ve bize o
yönde ilerleyen bir ülke hediye etmiştir. Osmanlı Devleti de bunlara uymadığı için çökmüştür.
Matbaanın ülkeye geç girmesi, gerici zihniyetin yenilikleri sürekli engellemesi,
ekonomik ve dış politika hamlelerinin yanlışlığı koca bir devletin sonunu
getirmiştir. O halde biz bütün bu olanları masaya yatırıp dersler çıkarmalı ve
her zaman ileriyi görmeliyiz. Unutmayalım. Tarih geriye doğru işlemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder