8 Ocak 2019 Salı

TARİHİN IŞIĞINDA NEOOSMANLICILIK


Türkiye’de bugünlerde Neosmanlıcılık tartışmaları yaşanıyor. Bu tartışmayı yaratanlar Osmanlı Devleti hakkında ne kadar bilgi sahibi bilinmez ancak her zaman olduğu gibi gerçeklere dayalı analiz olaylara doğru açıdan yaklaşmamızı sağlayacaktır.
            Osmanlı Devleti hakkında söylenen bazı kalıplaşmış sözler vardır. Bunlardan biri de Osmanlı Devleti’nin 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmettiği şeklindedir. Bu tamamen yanlış bir algıdır. Oysa Osmanlı Devleti’nin güç kazanmaya başlaması 1453 yılında İstanbul’un fethedilmesiyle başlar ve 1579 yılında Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümüyle durmaya başlar. Bundan sonraki süreç duraklama, gerileme ve yıkılış sürecidir. Duraklama dönemindeki Köprülüler Dönemi duraklama içinde bir yükselme devri olarak görülse de II. Viyana bozgunu bu süreci baltalar ve Osmanlının dibe doğru batması ivme kazanır. 1699 Karlofça Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu ilk defa toprak kaybeder ve yıkılışına kadar da toprak kaybetmeye devam eder. Bunun anlamı Osmanlı’nın artık sözünün geçmediği ve yükselen Avrupa medeniyeti karşısında gücünü yitirdiğidir. O zaman basit bir hesaplamayla Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya hükmetme süresini 126 yıl olarak hesaplayabiliriz. Buna Köprülüler döneminden biraz daha katarsak ortalama 150 yıla ulaşmış oluruz. O zaman Osmanlı Devleti’nin 600 yıl boyunca üç kıtaya hükmettiği şeklindeki sözün fazlasıyla abartı olduğunu söyleyebiliriz. 
Neoosmanlıcılığı savunanlar olaylara biraz da duygusal açıdan bakmaktadırlar. Kendilerini savunmak için güçlü tarihi kişilikleri öne sürerler. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman dönemine bakıp Osmanlıyı geri istiyoruz diyebilirler. Oysa Osmanlı İmparatorluğu sadece Kanuni Sultan Süleyman dönemden oluşmaz. Örneğin Kösem Sultan’ın arka planda olduğu Deli İbrahim dönemi, I.Abdülhamid dönemi, III. Selim dönemi ve Lale Devri gibi dönemler de vardır. Toprak kayıplarının ve ekonomik bunalımların yaşandığı bu dönemlerde çareyi batıya uyum sağlamakta gören padişahlar da olmuştur. Ancak bu yenilikçi padişahlar karşılarında hep gelenekçileri bulmuşlardır. (Genç Osman, III. Selim vb.si…)  II. Mahmud ’un 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kaldırması bu noktada bir kırılma noktası olmuş ise de çöküş süreci durdurulamamıştır.
Güçlü devlet olmanın koşulları her çağa göre değişiklik gösterir. Bunun yolu mevcut çağa uygun davranıp politikaları ona göre belirlemektir. Osmanlı dönemine geri dönerek değil ondan ders alarak ilerleyebiliriz. Güçlü bir ülke olmamız için en başta ekonomi politikalarına önem vermeli, çağdaş eğitim sistemine adapte olmalı, yerli bir üretim sistemi yaratıp orduyu sürekli modernleştirmeli ve devlet ayakta tutan adalet kavramından uzaklaşmamalıyız.
Osmanlı İmparatorluğu içinde birçok ırktan ve dinden insanlar yaşamıştır. Ancak 1789 Fransız İhtilali ile yayılan demokrasi ve milliyetçilik akımları birçok milleti bizden ayırmış ve dünya ulusçu ve demokratik bir yaklaşımı benimseyen yönetim sistemlerine doğru sürüklenmiştir. Bunun bir emaresi sayılan meclisler ise tüm dünyada yaygınlaşırken bizdeki süreç 1876 yılında I.Meşrutiyet'in ilanıyla başlamıştır. Meclis açılmasına açılmıştır ama II.Abdülhamid kendisine verilen meclisi feshetme hakkını 93 Rus Harbini bahane ederek kullanmış ve  meclisi feshetmiştir. Böylece demokrasi süreci neredeyse başlamadan bitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu güçlendikçe yayılmacı bir siyaset izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti ise yeni ve orta büyüklükte bir ulus devleti olup Neosmanlıcı bir politika üretmesi beklenemez. Günümüzde Osmanlının o çok uluslu yapısı yoktur. Osmanlı’nın yayılmacı politikasını uygulamak yerine eski topraklarımızla ekonomik işbirliğine daha çok önem vermeli ama güvenliğimizi tehdit eden durumlarda da çekinmeden askeri seçenekleri kullanabilmeliyiz. (1974 Kıbrıs Barış Harekâtı) Her zaman kendi büyüklüğümüze göre hareket etmeli, gücümüz yetmediği durumlarda da denge siyasetini uygulamalıyız. (II. Dünya Savaşı’na girmeme başarısı)  Neosmanlıcı yaklaşım bizi sadece maceraya sürükler. (I.Dünya Savaşı felaketi)
Osmanlı Devleti hakkında yanlış bir algı daha vardır. Osmanlı Devleti yönetim sisteminde bugünkü Suudi Arabistan’daki gibi bir şeriat düzenin olduğu sanılır. Oysa Osmanlı toplumu muhafazakar olmakla beraber asla öyle bir zihniyete sahip olmamıştır. Dini özgürlükler anlamında diğer din mensupları istediği şekilde dinini yaşamış, Müslümanlar ise dini vecibeler bakımdan hiçbir hukuksal baskı görmemiştir. Bir nevi yumuşak ve geçişken özelliği olan laik bir sosyal alt yapısı vardır. 1890 yılında yani II.Abdülhamid döneminde İstanbul’da bir bira imalathanesi açıldığını düşünürsek konuyu daha çok aydınlığa kavuşturmuş oluruz. Şer-i mahkemelerin İslam dinine göre yargılama yaptığı doğru ise de bu yargılama konuları genellikle evlilik, boşanma, miras gibi konuları kapsamıştır. Tabi her toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da radikal unsurların olduğu bir gerçektir. Günümüzde de bu tür yapıların olduğunu düşünürsek bu durum son derece normaldir. Ancak radikal unsurlar her zaman devletleri tehdit etmiştir. 
Abdülmecid döneminde yaşanan ve gerici bir darbe kalkışması olan Kuleli Vakası(1859) püskürtüldükten sonra Abdülmecid yakın adamlarına kızıp, şöyle demiştir: 
“Bu gericileri başıma siz saldınız!” 
Bu söz tarihe not düşülecek bir serzeniştir.
Cumhuriyetimizin kurucusu M.Kemal Atatürk her daim akılcılığı, gerçekçiliği ve bilimselliği savunmuş ve bize o yönde ilerleyen bir ülke hediye etmiştir. Osmanlı Devleti de bunlara uymadığı için çökmüştür. Matbaanın ülkeye geç girmesi, gerici zihniyetin yenilikleri sürekli engellemesi, ekonomik ve dış politika hamlelerinin yanlışlığı koca bir devletin sonunu getirmiştir. O halde biz bütün bu olanları masaya yatırıp dersler çıkarmalı ve her zaman ileriyi görmeliyiz. Unutmayalım. Tarih geriye doğru işlemez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder